Hep dışlanan ben olmuşumdur. Gözlerin aramadığı yerlerde durmuşumdur hep. Sokak futbolunda mesela, hep kaleye konulmuşumdur. O hızlı çocuklar, ağır abileri artistik çalımlarla geçip topu ağlara bırakırken, ben kenardan izleyenlerden biri olurdum. Onlara özenerek oyuna dâhil olmak isterdim ama sıra bana geldiğinde, yine kaleye geçerdim. Böyle böyle iyi bir kaleci oldum aslında; kaçırdığım penaltı nadirdi. Ama içimde hep bir ukde kaldı: Golcü çocuk olmak. Topu ayağına almak, oyunu yönlendirmek… Hep içimde kaldı.
Kim bilir, belki de kaleci olmak neden hep dışlanmış hissettirdi, ondan hiç emin olamadım. O artistik çalımlar, yanar döner şutlar, “aldım verdim”de adam kapmaca… Sadece bir oyundu belki ama biz onu er meydanı sandık. Her çocuğa göre değildir ya hani, kimisi enerjisini sahaya fırlayarak atar. Ben hep arada kalmıştım; kalede durmanın tadı, oyuna karışmanın heyecanıyla bir türlü yer değiştirmedi.
Ama çocuklara sormak gerekir belki de: O sokaklardan geriye ne kaldı?
Yıllar geçti. O eski sokaklar, parklar yerli yerinde duruyor hâlâ, ama çocuklar kalmamış. Eski sesler sinmiş taşlara. Eskisi gibi değil artık. Bir zamanlar okuldan dönen çocukların ikindi vakitlerini doldurduğu o sokaklar, şimdi sadece araba sesleriyle dolu. Çekirdek çitleyen ablalarla, yoldan geçen suskun adımlarla. Halı saha yerine kullandığımız o çimenlik parkın bir havası kalmamış. Gördüm, üzüldüm.
Çocukluğumun geçtiği o sokaklarda, “gülmeyin bana” dedirten anılardan biri yine geldi aklıma. O goller… Eve dönerken içimde ukde kalan, atılamamış, belki de hiç atılamayacak goller…
Bir gün, yine bildik bir ikindi vaktiydi. Okul dağılmış, çantalar kenara atılmış, terlikler fırlamıştı ayaklardan. Çimenlik park o gün her zamankinden daha bir davetkârdı. Güneş, karşı apartmanın tepesinden vuruyor, tozlu havada altın sarısı çizgiler bırakıyordu. Takımlar yine alelacele kuruldu. “Kaleye kim geçecek?” sorusu gözlerle soruldu. Herkesin bakışı yine bana döndü. Sesimi çıkarmadım. Kalecilik forma gibi yapışmıştı üzerime.
Maç başladı. Bizim hızlı forvetler döktürüyordu. Çalımlar, verkaçlar… Ben yine kalede, gözüm topa değil, onlara takılmıştı. Oyunu yönlendirmenin, topa sahip olmanın keyfi nasıl bir şeydi acaba? İçimden geçirip duruyordum. Derken, mahallenin en yetenekli çocuğu —hani şu topu ayağına mıknatıs gibi yapıştıran— kaptırdı topu. Rakip aldı, hızla sürdü. Karşı karşıya kaldık. Dünya durdu sanki o an. Tüm gözler üzerimdeydi. Görünmez tribünlerin baskısı çöktü üzerime.
Çocuk topa öyle bir vurdu ki, falso sanki fizik kurallarını hiçe sayıyordu. Ben sezgisel bir refleksle fırladım. Top, doksandan içeri girecekken parmaklarımın ucuyla çeldim. Korner.
Normalde ne olur? Takım arkadaşların koşar, “Helal be!” der. Ama olmadı. Sadece uzaktan bir “Oh be!” sesi geldi. Golü kaçıran çocuk, ellerini beline koymuş bana değil, kaçan gole yanıyordu. O an içime yine aynı his oturdu. Maçı kurtarmıştım belki ama oyunun yıldızı olamamıştım. O golü atan çocuk olmak varken, yine golü bozan adam olmuştum.
Eve dönerken ayaklarım geri geri gidiyordu. Hava kararmış, sokak lambaları yanmıştı. O gün aklımda kurtardığım top değil, atamadığım goller vardı. Şimdi dönüp baktığımda anlıyorum: Belki de o toplar yalnızca filelere değil, benim iç dünyama da ulaşmak istiyordu. Ama hayat herkese forvet rolü vermiyor demek ki. Bazılarımız hep kalede bekliyor. Gelen topu değil, geçip giden zamanı seyrediyor.
O çimenlik parkın çevresine şimdi zevksiz siteler kurulmuş. Ne kale direği bellediğimiz ağaçlar kalmış, ne top sesleri. Sokaklarda neden çocuk yok sorusunun cevabını hâlâ bulamadım. Ama bir şey öğrendim: O yaştan bu yana içimde taşıdığım “gülmeyin bana” duygusu, hayatın çoğu zaman gülünüp geçilecek bir şey olmadığını öğretti bana.