Çağımızın duygusal ikliminde bir garabet hüküm sürüyor: Duygular yerinden olmuş, sınırlar silinmiş, anlamlar çözülmüş durumda. Gilles Deleuze’ün “duygulanım” (affect) kavramı, artık bir bağlamın değil; bağlamsızlığın taşıyıcısı. Bugünün bireyi için his, derinlikten gelen bir titreşim değil; anlık görünürlük için tasarlanmış bir performans. Duygular geçiyor, sahne alıyor, fakat hiçbir iz bırakmıyor. Çünkü günümüz insanı, hissetmek için değil; hissediyor gibi görünmek için yaşıyor. İçerisi boş, dışarısı sonsuz kalabalık.
Arabesk kültür, bu hız çağının aksine bir ağırlık, bir yavaşlık öneriyordu. 1980 sonrası Türkiye’sinde, kentleşmenin sosyo-kültürel travmalarına karşı bir öz savunma biçimi olarak yükseldi. Sadece estetik değil; aynı zamanda politik ve sınıfsal bir tavırdı. Toplumsal dışlanmışlıkla bireysel acıyı birleştirerek, melankoliyi kolektif bir anlatıya dönüştürdü. Bu yönüyle arabesk, sadece bir müzik türü değil; Martin Stokes’un tabiriyle bastırılmış sınıfların “ağlayan dili”ydi. Kentin periferisinde, köy ile şehir arasında sıkışıp kalmış bir kimliğin çığlığı.
Psikanalitik açıdan arabesk, bireyin kayıp ve eksiklikle kurduğu ilişkinin estetik bir ifadesidir. Jacques Lacan’ın “gerçek” (le réel) kavramı bu noktada açıklayıcıdır: Gerçek, temsil edilemeyen, dile sığmayan bir boşluktur; travmaların ve arzuların simgesel düzene sığmayarak içimizde kalan kısmıdır.
Arabesk bu boşlukla yüzleşmenin bir yoludur. Melodiler, sözler ve ses; dile gelmeyenin etrafında döner. Arabesk şarkılar, kaybedilmiş bir sevda ya da ulaşılmamış bir şehir gibi, aslında simgesel düzlemde yer bulamayan bir arzunun yankısıdır. Lacan’a göre “gerçek her zaman imkânsızdır.” Bu nedenle arabeskin çabası hep eksik ama sahicidir.
Bu yönüyle arabesk, melankoliyi bir his değil, bir varoluş durumu olarak işler. Popüler kültür duyguyu imgeye indirgerken, arabesk o imkânsız duygunun çatlağından sızan sesi duyurur.
Lacan’a göre “gerçek”, ne dilin içine tam olarak sığdırılabilir ne de imgelerle betimlenebilir. O, travmanın, kaybın, eksikliğin sessiz çığlığıdır. Ve her insan bu gerçekle karşılaştığında bir “boşluk” hisseder; bir tür varoluşsal eksiklik. Arabesk tam da bu boşluğun şarkısıdır. Melodileri, sözleri ve sesin kendisi, temsil edilemeyen bu kaybı dile getirme girişimidir. Bir yitişin yankısı olarak işlev görür.
Örneğin “Batsın bu dünya” gibi bir ifade, sadece bir öfke değil; aslında dile gelmeyen bir şeyin, bir travmanın —belki de hiç kurulmamış bir aile, hiç varılmamış bir şehir, hiç yaşanamamış bir aşkın— mutlak yokluğunu duyurma çabasıdır. Bu noktada arabesk, Lacan’ın “gerçek” alanıyla özdeşleşir: Acının temsil edilemeyen özünü dile getirmek için sürekli sınırda dolaşır. Ancak hiçbir zaman onu tam olarak söyleyemez; çünkü gerçek, zaten söylenemeyendir.
Böylece arabesk, eksik olanın, kaybedilenin, elde edilemeyenin şiiridir. Ve bu şiir, dinleyenin kendi gerçeğiyle yüzleşmesini sağlar. Arabesk melodiler, bireyin bastırılmış duygularına bir yankı sunarak, o boşluğu sesle doldurmaya çalışır. Ama bu hiçbir zaman tamamlanamaz; çünkü gerçek asla tam olarak temsil edilemez. Bu da arabeskin hem teselli edici hem de acı verici olmasının sebebidir: Ne tamamen sarar, ne de tamamen bırakır.
Ancak günümüz dünyası, arabeskin bu derinlikli yas hâlini hızla tüketti. Jean Baudrillard’ın simülakrlar evreninde, duygular artık kendilerinin imgesinden ibaret. Acı çekmek, hissetmekten çok, gösterilmesi gereken bir “poz”a dönüştü. Hüzün bile algoritmanın dikkatini çekmeyecekse değersizleşiyor. Melankoli bir yaşam biçimi değil; bir sosyal medya filtresi artık. Gerçekten üzülmek değil, üzgün görünmek önemli. “Story”lerde paylaşılan siyah-beyaz görsellerin, kırık kalplerin, içli şarkı sözlerinin ardında, çoğu zaman içsel bir fırtına değil; sadece dışsal bir ilgiyi tetikleme arzusu yatıyor.
Bu dönüşüm, estetik bir geçişten öte, etik bir çöküştür. Arabesk, insanın iç dünyasını tanıma ve taşıma çabasıyken; bugünün popüler kültürü, o iç dünyayı kalabalıklar içinde kaybetme arzusunu pompalıyor. Mutluluk bir içerik biçimi; haz, sürdürülebilir bir kimlik stratejisi hâline geliyor. Sosyal medya kimliğimiz, duygularımızı bizden önce ifade ediyor artık. Hissedip sonra paylaşmak değil; paylaşmak için hissetmek revaçta.
Oysa arabesk bir dünyada mutlu olmak hâlâ mümkündür. Fakat bunun için popüler olanın ipini bırakmak gerekir. Çünkü popüler kültür duyguyu estetize etmez, yüzeyselleştirir. Arabesk ise duyguyu taşır, tanır ve hatta onu kutsal bir şeye dönüştürür. Bu da, insanın varoluşsal kaygısıyla barışmasına imkân tanır. Arabesk bir iç görü sunar; popüler kültür ise dışa dönük bir illüzyon.
Arabesk, bizi yaralarımızla tanıştırır. Bu tanışma, modern bireyin en çok kaçındığı deneyimdir: kendiyle kalmak. Bugünün kalabalıklarında yalnız olma hâli, arabeskteki yalnızlığın tam tersidir. Çünkü arabeskte yalnızlık, bir ontolojik duruş; bugünün yalnızlığı ise yapay bir bağsızlığın yansımasıdır. Yani biri sahici bir yitişin yankısı, diğeri ise yapay bağların arasında duyulmayan bir sessizliktir.
Sonuç olarak, melankoli yalnızca bir kaybın yasını tutmaz; aynı zamanda kaybın anlamını da kurar. Arabesk bu anlam kurucu güce sahipti. Bugünün savruk hazzı ise anlam değil, sadece görüntü üretir. Ve belki de bu yüzden, her yeni “poz”un ardında eski bir iç çekiş saklıdır. Görünürde ne kadar parlaksa, içeride o kadar solgundur. Ve belki de bu yüzden arabesk, zamanla unutulmaya direnen bir dil olarak yaşamaya devam eder.
Arabesk Hayatlar, Popüler Pozlar | Esra Demirtaş